Söyleşi
Rüya TÜRKBEY TEMEL
Doç. Dr. Nihal ŞAHİN UTKU:
“Müslüman toplumlarda Kudüs’e yönelik ilgi güçlü bir duygusal karşılık taşısa da bu hissiyat çoğu zaman kalıcı bir farkındalık düzeyine dönüşememektedir.”
Kudüs, “Peygamberler Şehri” olarak da anılmaktadır. Bu tanımlamanın tarihsel ve dinî temelleri nelerdir? Kudüs’ün peygamberler tarihindeki yeri nasıl anlaşılmalıdır?
Kudüs, tevhid geleneğinin en köklü ve merkezî duraklarından biridir. Hz. İbrahim’den itibaren pek çok peygamberin bu topraklarda yaşamış ve tebliğde bulunmuş olması, şehri vahiy tarihinde müstesna bir yere yerleştirmiştir. Hz. Davud’un burada bir mabet inşa etmesi, oğlu Hz. Süleyman’ın bu mabedi ihya etmesi ki bu mabetten geriye hiçbir şey kalmamıştır; Hz. Zekeriyya, Hz. Yahya, Hz. Meryem ve Hz. İsa gibi peygamberlerin şehirle kurdukları yakın ilişki, Kudüs’ün dinî hafızadaki yerini pekiştirmiştir. Bu yüzden Kudüs’e “peygamberler şehri” denmesi, çok sayıda peygambere ev sahipliği yapmasının ötesinde, vahiy geleneğiyle kurduğu güçlü bağdan ileri gelir.
Müslümanlar açısından bu tarihî arka plan, Kudüs’ün ilk kıble oluşu ve Hz. Muhammed’in (s.a.s.) İsra ve Miraç mucizesine sahne olmasıyla daha da derinlik kazanmıştır. Kur’an-ı Kerim’de “etrafı mübarek kılınan” bölge olarak anılan bu şehir, İsra suresinde doğrudan Mescid-i Aksa’ya atıfla zikredilir. Miraç yolculuğu, Kudüs’ü İslam’ın manevi coğrafyasında yalnızca tarihî bir hatıra olmaktan çıkararak nübüvvet zincirinin tamamlayıcı halkası olmasıyla kalıcı bir konuma yerleştirmiştir. Bugün de Kudüs, Müslümanların zihin ve kalbinde vahyin sürekliliğini temsil eden canlı bir hafıza mekânı olarak yaşamaya devam etmektedir.
Filistin coğrafyası üzerine yapılan konuşmalarda genellikle Kudüs, Gazze ve Batı Şeria gibi isimler öne çıkmakta; ancak bu coğrafyanın genel yapısına dair bilgimiz sınırlı kalmaktadır. Filistin’in coğrafi özelliklerini ve tarihsel olarak öne çıkan şehirlerini ana hatlarıyla anlatır mısınız?
Filistin, Akdeniz ile Ürdün Nehri arasında yer alan; kuzeyde Lübnan, doğuda Ürdün, güneyde Sina Yarımadası ve Mısır ile çevrilidir. Bu stratejik konumu, bölgeyi tarih boyunca yalnızca siyasi değil, aynı zamanda dinî, iktisadi ve kültürel anlamda da önemli kılmıştır.
Filistin’in öne çıkan şehirleri arasında Kudüs, Gazze, Nablus, el-Halil, Ramallah, Yafa, Akka, Safed, Taberiye ve Beytüllahm yer alır. Bu şehirler, bölgesel ticaret yolları üzerinde bulunmaları, verimli arazileri ve dinî çeşitlilikleriyle farklı medeniyetlerin dikkatini çekmiş; tarihî ve kültürel katmanlar biriktirmiştir.
Gazze, sahabe kabirleri ve İslam âlimlerine ev sahipliğiyle öne çıkar; Hz. Meryem’in burada bir süre kaldığına inanılır. Nablus, tarihte Samirî topluluğun merkezi olmuş; ticaret ve zanaat kültürüyle tanınmıştır. el-Halil, Hz. İbrahim’e atfedilen makam sebebiyle hem Müslümanlar hem Yahudiler tarafından kutsal kabul edilmiştir. Beytüllahm ise, Hz. İsa’nın doğum yeri olarak Hristiyan dünyası için taşıdığı önemin yanı sıra Hz. Meryem kıssasıyla Müslüman hafızasında da özel bir yer edinmiştir.
Bu şehirlerin her biri, Filistin’in tarihî kimliğini şekillendiren temel taşlardır. Bugün Kudüs etrafında yoğunlaşan ilgiyi anlamlandırmak için bu kadim yerleşimlerin taşıdığı çok katmanlı anlam haritasını da göz önünde bulundurmak gerekir.
Raşid Halifeler, Emeviler, Abbasiler, Memlükler, Osmanlı Devleti ve birçok Türk İslam devleti döneminde Kudüs sadece dinî değil, aynı zamanda siyasi ve kültürel bir merkez olarak da önem kazanmıştır. Bu dönemlerde Kudüs-i Şerif’e gösterilen ilgiyi ve yapılan hizmetleri nasıl değerlendirebiliriz?
Kudüs, İslam hâkimiyetiyle birlikte şehircilikten hukuka, mimariden toplumsal düzene kadar İslam medeniyetinin temel ilkelerini yansıtan bir merkez hâline gelmiştir. Hz. Ömer’in 638’de şehre barışçıl biçimde girişi ve gayrimüslim halka verdiği ahitname, adalet ve dinî hoşgörü anlayışının güçlü bir örneği olmuş ve Kudüs’ün bir barış şehri olarak algılanmasını sağlamıştır.
Emeviler döneminde şehir, bilhassa Abdülmelik b. Mervan ve oğlu Velid b. Abdülmelik’in inşa ettirdiği Kubbetü’s-Sahra ve diğer yapılar ile siyasi ve sembolik anlamda öne çıkmıştır. Abbasiler döneminde hilafet merkezinin Bağdat’a kaymış olmasına rağmen Kudüs’teki ilmî ve dinî canlılık korunmuş; şehirdeki yapıların bakım ve onarımıyla hac yollarının güvenliği konularında düzenli destek ve himaye sürdürülmüştür.
Haçlı işgalinden sonra Selahaddin Eyyubi’nin 1187’de Kudüs’ü yeniden fethi, sadece bir toprak kazanımı değil, aynı zamanda İslam dünyasının moral ve birlik arayışına verilmiş güçlü bir cevap olmuştur. Selahaddin Eyyubi’nin sosyal düzenlemeleri ve Harem bölgesini ihya etme çabaları, adalet merkezli yönetim anlayışıyla birlikte sonraki Müslüman liderlere ilham vermiştir.
Memlükler döneminde dinî yapılar onarılmış, medreseler, zaviyeler ve kütüphaneler inşa edilmiş; vakıf sistemi şehir hayatının sürdürülebilirliğini teminat altına almıştır. Bugün Harem-i Şerif çevresinde görülen pek çok yapı, Memlük döneminin izlerini taşır.
Selçuklularla başlayan ilgiyi Osmanlılar daha da derinleştirmiştir. Kudüs, Osmanlı idaresinde doğrudan merkeze bağlı özel statülü bir sancak olarak yönetilmiş; camilerden tekkelere, çeşmelerden kervansaraylara kadar pek çok inşa ve imar faaliyetine sahne olmuştur. Kanuni Sultan Süleyman’ın inşa ettirdiği surlar, şehrin bugünkü silüetinin ana hatlarını belirlemiştir. Kudüs’e yönelen vakıf destekleri, İstanbul, Halep ve Kahire gibi merkezlerle şehir arasında güçlü bir bağ kurmuştur.
Tarih boyunca sergilenen bu sahiplenme, şehrin İslam dünyasında salt kutsallıkla değil; sorumlulukla, emekle ve kurumlarla desteklenen bir değer alanı olarak görüldüğünü gösterir. Bu çizgiyi anlamak, geçmişin tecrübelerini tarihsel bir kavrayışla yeniden değerlendirmeyi gerekli kılar.
Osmanlı döneminde farklı din mensuplarının huzur ve sükûnet içerisinde yaşamını sürdürdüğü Kudüs’te bugün huzuru bozan unsurlar nelerdir?
Kudüs bugün, sistematik hak ihlallerinin ve derinleşen siyasi çatışmaların odağında yer almaktadır. Oysa tarih boyunca, özellikle Osmanlı döneminde, Kudüs farklı din mensuplarının barış içinde yaşadığı şehirlerden biri olmuştur. Bu ortam, Osmanlı’nın hukuk temelli yönetim anlayışı, vakıf sistemi, zimmi statüsünü düzenleyen uygulamaları ve topluluklar arası ilişkileri gözeten dengeli yapıları sayesinde mümkün hâle gelmiştir. Her inanç grubunun ibadet, mülkiyet ve temsil gibi temel haklarının teminat altına alındığı bu düzen, toplumsal istikrarı da beraberinde getirmiştir.
Günümüzde ise Kudüs, tarihsel çoğulculuğundan uzaklaştırılarak siyasi, demografik ve mekânsal açıdan tek yönlü bir egemenlik anlayışı doğrultusunda yeniden kurgulanmakta, şehrin İslami kimliği ise sistematik biçimde tasfiye edilmektedir. İsrail’in işgaliyle Kudüs’ün Müslümanlara ait tarihî yapıları da hedef alınmakta, vakıf mülklerine el konulmakta, kamusal alanları İslam mirasını dışlayan ideolojik bir yaklaşımla dönüştürülmektedir. Bu süreç, yalnızca siyasi değil; Tevrat’taki “ilahi vaat” anlayışına dayanan siyonist bir tahayyülün yön verdiği, teolojik meşruiyet iddialarına yaslanan bir işgal biçimi olarak da tezahür etmektedir. Sosyal dengeler, adalet ve hakkaniyet ilkeleri yerine, güç odaklı müdahalelerle bozulmakta; farklı toplulukların bir arada yaşama imkânı giderek ortadan kaldırılmaktadır. Bu durum, sadece bölgesel bir kriz değil; aynı zamanda İslam ümmeti açısından tarihsel hafızaya, hukuk düzenine ve Kudüs’ün taşıdığı manevi değere yönelmiş çok boyutlu bir tehdit olarak görülmelidir.
Bugün karşı karşıya kaldığımız sorunları sağlıklı şekilde değerlendirebilmek için Kudüs’te geçmişte tesis edilen barış ve birlikte yaşam tecrübesinin hangi esaslara dayandığını hatırlamak büyük önem taşır. Osmanlı döneminde ortaya konan hukuk temelli çoğulculuk, İslam’ın farklı inanç gruplarına karşı nasıl bir adalet ve emanet anlayışıyla yaklaştığını açık biçimde gösterir. Bu tecrübe, yalnızca nostaljik bir hatıra değil, bugün yaşanan krizleri kavramak ve uygun çözümler üretmek için yeniden düşünülmesi gereken bir miras olarak değerlendirilmelidir.
Dolayısıyla Kudüs’e yönelik yaklaşımımız, yalnızca dinî hassasiyetler ya da evrensel değerler temelinde değil, İslam’ın tarih boyunca ortaya koyduğu adalet, emanet, hakkaniyet ve birlikte yaşama ilkeleriyle şekillenmelidir.
Kudüs, İslam medeniyetinde sadece tarihsel bir mekân değil, aynı zamanda bir vicdan imtihanıdır. Bu bağlamda, Müslüman toplumların Kudüs’e yönelik bilinç, sorumluluk ve dayanışma düzeyini nasıl değerlendiriyorsunuz? Maddi ve manevi boykot gibi araçlar yeterince etkili kullanılabiliyor mu?
Gerçekten de Kudüs, bugün İslam dünyası için yalnızca bir kutsal şehir değil; vicdanı, sorumluluğu ve ortak değerleri sınayan bir meydan okuma alanı hâline gelmiştir. Müslüman toplumlarda Kudüs’e yönelik ilgi güçlü bir duygusal karşılık taşısa da bu hissiyat çoğu zaman kalıcı bir farkındalık düzeyine dönüşememektedir. Tepkisel ve dönemsel reflekslerle ortaya çıkan hassasiyetler, uzun vadeli ve derinlikli bir Kudüs bilincinin inşasında yetersiz kalmaktadır.
Bu noktada boykot gibi araçlar, sadece ekonomik bir tepki biçiminden ziyade bilinçli bir duruşun, ahlaki sorumluluğun ve medeniyet aidiyetinin bir yansıması olarak görülmelidir. Ancak bu tür tepkilerin etkili olabilmesi, neye karşı çıktığımız kadar, neyi inşa etmeyi amaçladığımıza da bağlıdır. Tepki vermekle yetinmemeli; yerine ne koyacağımızı da tartışmalıyız. Çünkü dünyayı şekillendiren güç dengeleri bugün büyük ölçüde ekonomik hâkimiyet üzerine kurulmakta; gıda, teknoloji, medya ve finans gibi alanlar belirli şirketler ve küresel odaklar tarafından yönlendirilmektedir. Bu yapıya karşı alternatifler üretmek, yalnızca ekonomik değil; aynı zamanda siyasal, sosyal ve kültürel özgürlüklerin de kapısını aralayacaktır.
Son dönemde Gazze üzerinden yükselen küresel vicdan hareketi, Filistin meselesini yalnızca bölgesel bir sorun olarak değil, evrensel adalet arayışının bir parçası olarak gören yeni bir duyarlılığın zeminini oluşturmuştur. Bu farkındalık, Kudüs’ün tarihsel ve sembolik merkeziyetini daha geniş kitleler için görünür kılmakta, mücadeleyi Gazze’den Kudüs’e uzanan bir bütünlük içinde anlamlandırmaktadır. Devletler çoğu zaman pasif ya da tepkisiz kalsa da kamuoyunun yükselen sesi, bu sessizliği bozan en etkili ses hâline gelmiştir. Bugün Kudüs’e ya da Gazze’ye sahip çıkmak, bir inanç dayanışmasından öte hak, adalet ve insanlık onuru ekseninde şekillenen evrensel bir vicdan çağrısıdır.
İsrail’in son ateşkes sonrasında dahi sürdürdüğü katliamlar, Kudüs’ün ve genel olarak Filistin’in mevcut durumunu daha da çetrefilli hâle getirmiştir. Mevcut tabloyu nasıl okumalıyız? Kudüs özelinde neler gözlemliyorsunuz?
Kudüs’te ve Filistin’in genelinde yürütülen işgal, yıkım faaliyetleri, arkeolojik kazılar, yerleşim planlamaları ve kamusal müdahaleler; bu kadim şehrin İslami ve tarihî kimliğini silmeye yönelik uzun vadeli bir stratejinin parçalarıdır. Bu işgal, sadece binalarla veya sokaklarla sınırlı kalmamış, Müslümanların hafızasına, mirasına ve şehirle kurduğu manevi ilişkiye de yönelmiştir.
Ancak burada söz konusu olan yalnızca bir kültürel dönüşüm değil; aynı zamanda Kudüs ve çevresini “Tanrı’nın vaadi” olarak gören bir tahayyülün, diğer halkları alt sınıflar olarak konumlandıran ideolojik güdünün de devrede olduğu çok katmanlı bir dayatma biçimidir. Şehirdeki dönüşüm, hem kutsal olanı tahrif ederek yeniden tanımlamaya hem de çoğulcu tarihsel dokuyu tekil bir üstünlük anlayışına indirgemeye yeltenmedir. Kudüs’te yürütülen süreçler, geçmişi yeniden yazmak ve geleceği tek taraflı biçimde kurgulamak üzere kademeli olarak işletilen bir tahakküm biçimidir.
Bu tablo karşısında uluslararası toplumun ve özellikle de İslam dünyasının sessizliği, yalnızca siyasî bir zafiyet değil, aynı zamanda tarihsel ve manevi bir sorumluluğun ihmali anlamına gelir. Kudüs Müslümanlar için sadece ilk kıble veya sembolik bir mekân olmaktan ziyade vahyin, risaletin ve ümmet bilincinin derin izlerini taşıyan bir emanet beldedir. Buraya yönelen her müdahale, mekân üzerinden kimliğe, hafıza üzerinden inanca, tarih üzerinden hakikate yönelik bir tahriftir, işgaldir.
Bu yüzden Kudüs’ü yalnızca bugünün krizleriyle değil, yarının imkânlarıyla birlikte düşünmeliyiz. Bu şehir, İslam dünyasının sadece geçmişine değil, ortak geleceğine dair kuracağı hayalin de yönünü belirleyecektir. Mesele bir tepki üretmenin ötesinde, kalıcı ve tutarlı bir irade ortaya koyabilmektir.
Soykırıma, tüm saldırılara ve yıkıma rağmen Filistin halkının hayatı devam ettirme iradesi dikkat çekici. Gazzelilerin dik duruşu ve direnişi, dışarıdan bakanlar için hangi ahlaki ve insani dersleri barındırmaktadır?
Gazze, zulmün en acımasız yüzüyle dayatıldığı ama aynı zamanda imanın, sabrın ve insanlık onurunun en sahici biçimde görüldüğü mekândır. Burada olup bitenler, sadece bir işgal ya da yıkım olmayıp inancın nasıl bir direniş kaynağına dönüşebileceğini gösteren benzersiz bir örnektir. Gazzeliler, yokluk içinde bir varoluş dili kuruyor; bombalar altında ve yıkıntılar arasında secdeye kapanıyor; su kuyruğunda bile tebessüm ederek bu çağın en vakur ve sarsıcı şahitliğini ortaya koyuyor.
Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından hazırlanan “Kudüs Biyografisi” başlıklı projenin koordinatörlüğünü yapıyorsunuz. Alanında önemli bir boşluğu dolduran bu çalışma, Kudüs’ü hangi boyutlarıyla ele alıyor? Okuyucu bu eserden nasıl bir perspektif ve birikim edinecek?
Bu projede, Kudüs’ü yalnızca kutsal bir mekân olarak değil; farklı medeniyet katmanlarının, dinî mirasın, toplumsal sürekliliğin ve ilim geleneğinin birleştiği çok yönlü bir tecrübe alanı olarak ele aldık. Tarihinden mimarisine, dinler tarihinden toplumsal yapısına; vakıf medeniyetinden sufi geleneğine, sanat, edebiyat, hukuk ve ilim mirasından iktisadi potansiyeline kadar pek çok açıdan disiplinler arası bir yaklaşımla inceledik.
Özetle, bu çalışma klasik bir şehir monografisinden ziyade, Kudüs’ün geçmişten bugüne taşıdığı İslami birikimi, hafızayı ve düşünce derinliğini görünür kılmaya çalışan fikrî bir teşebbüstür. Okuyucular bu eser aracılığıyla yalnızca bir şehri değil, İslam medeniyet tasavvurunun derin kök salmış anlam coğrafyasını da keşfetme imkânı bulacaklardır.
Öz Geçmiş
Doç. Dr. Nihal ŞAHİN UTKU, Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’nden mezun oldu. Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde “Abbasî Devleti’nin Kuruluş Safhasında Abbasoğlu – Alioğlu İlişkileri” adlı yüksek lisans, ardından “Kızıldeniz’de Denizcilik, Ticaret ve Yerleşim (VII. – XI. Yüzyıllar)” konulu doktora çalışmasını tamamladı.
Halen Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Tarihi bölümünde öğretim üyesi olan Doç. Dr. Nihal ŞAHİN UTKU, karşılaştırmalı Antik ve Orta Çağ iktisadi ve toplumsal tarihi; ilk dönem İslam tarihi ve medeniyeti, hususen de İslam denizciliği alanlarında akademik çalışmalar yapmaktadır. İlgi alanları ve araştırma konuları içinde Kudüs tarihi de özel bir yer tutmaktadır.