Makale

HELAL-HARAM EĞİTİMİNDE NASIL BİR YÖNTEM İZLENMELİ?

HELAL-HARAM EĞİTİMİNDE
NASIL BİR YÖNTEM İZLENMELİ?


Prof. Dr. İbrahim Hilmi KARSLI
DİB Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı


Günümüz dünyasında helal ve haram bilincinin kazandırılmasında ciddi güçlüklerle karşılaşılmaktadır. Çünkü insanlar, çeşitli felsefi akım, düşünce ve hayat tarzının etkili olduğu bir atmosferde yaşamaktadır. Dinin özel alanla sınırlandırılması, tüketim kültürü, dinî bilgi ve şuurun zayıf olması, maddi kazancın en büyük gaye kabul edilmesi, medya ve popüler kültür bahsedilen durumun ana nedenleridir. Dolayısıyla helal-haram sınırlarını önemsiz hâle getiren hatta buharlaştıran bir sosyokültürel ortam söz konusudur. Bunun bir neticesi olarak da insanlar, Allah’ın koyduğu sınırlar karşısında sorumsuz ve ilgisiz davranabilmektedirler.
Şu hâlde ‘Muhatap kitlemiz nasıl olsa Müslümandır, dolayısıyla bunlara Allah’ın haram kıldığı hususları maddeler hâlinde belletmemiz yeterlidir.’ yaklaşımı doğru değildir. Bu, dinî duyarlılığı olan kesimler için anlamlı olsa da genç kuşaklar açısından pek bir netice vermemektedir. Dolayısıyla haram ve helal inancının İslam dünya görüşündeki yeri, maksat ve hikmetleri, bunlara riayet etmenin insan ve topluma neler kazandırdığı, yine ihlal etmenin hangi kayıplara sebep olduğu konuları da müfredatta yer almalıdır. Bunlar aslında Kur’an’ın eğitim ve irşat faaliyetlerinde kullandığı “hikmet”, “basiret”, “burhan” vb. kavram ve ilkelerin gerektirdiği hususlardır. (Nahl, 16/125; Yusuf, 12/108; Bakara, 2/111.)
Emir ve yasakların yaşanması konusundaki gevşeklik, dinî hükümlerin zor oluşuyla mı ilgilidir? Buna “evet” diyemeyiz. Çünkü Araf suresinin 157. ayetinde Hz. Peygamber’in, Yahudi ve Hristiyanları zorlayan birtakım hükümleri hafifleten bir din getirdiği belirtilir. Yine ayetlerde Allah’ın (c.c.) insanlar için kolaylık istediği, zorluk istemediği; dinî hükümleri kolaylaştırdığı, çünkü insanın zayıf yaratıldığı ifade edilir. Bir başka ayette de Yüce Yaradan’ın dinî hükümlerde insanlara güçlük çıkarmak istemediği, aksine onları manevi kirlerden arındırmayı murat ettiği belirtilir. (Bakara, 2/185; Nisa, 4/28; Maide, 5/6.) Demek ki Allah Teâlâ, insanın tahammül gücünü çok iyi bildiği için dinin hükümlerini ağır tutmamış ve kaldıramayacağı yükleri ona yüklememiştir. Şu hâlde dinin yaşanması zor değildir. Esas zorluk, dinin temel inanç esasları konusunda insanın yeterli bilgi ve bilinçten, yine ibadetlerin yapılmasında bir irade eğitiminden geçmemiş olmasıdır.
Bu noktada şu hususu hatırlatalım: Bazı çevrelerde dinin anlaşılması ve uygulanmasında birtakım suni/yapay zorlukların üretildiği görülmektedir. Şöyle ki dindarlık veya takva adı altında dinde olmayan veya öncelik arz etmeyen bazı konular, âdeta dinin özü ve gereğiymiş gibi gösterilmektedir. İşi zorlaştırmak daha bir dindarlıkmış gibi yanlış algılar üretilmektedir. Burada dinin değerler sisteminde âdeta bir altüst oluş yaşanmaktadır. İnsanın esas kazanması gereken iman, amel ve ahlaki değerler ötelenmekte, dindarlığın özü ertelenmektedir. Sonuçta din âdeta bir kurallar/yasaklar yığını olarak ortaya konmakta, onun bir tefekkür hayatı, ruhi ve deruni inkişaf, edep, incelik ve ahlaki olgunluk olduğu unutulmaktadır. İşte bu durum, insanların dinle olan ilişkilerinde olumsuz bir rol oynamaktadır.
İslam inanç sisteminde insan neden birtakım emir ve yasaklarla sorumludur? Bu soruya cevap arayalım: Kur’an’ın dünya görüşü açısından baktığımızda şunu görüyoruz: Yer, gök ve içinde bulunan bütün varlıklar Allah’ındır. Nimetin, mülkün hepsi O’na ait olduğu için hamde/övgüye de gerçek manada O layıktır. O’nun başlangıcı ve sonu yoktur. Bu anlamda Allah, var demeye layık olan gerçek varlıktır. Bütün yaratma O’nun olduğu için emir ve hüküm koymak da O’na aittir. (Araf, 7/54; Yusuf, 12/40.) O, dilediğini yapandır. (Buruc, 85/16.) İnsan ise varlığını bütünüyle Allah’a borçlu olup emanet ve geçici olarak bu dünyada bulunmaktadır. Ne bu dünyaya gelişi ne de bu dünyadan ayrılışı onun elindedir. Yine o, muhteşem bir ahenk ve ölçü ortaya koyan beden, ruh, akıl ve estetik yönleri, evrenle olan mükemmel uyumu sayesinde ancak hayatını devam ettirebilmektedir.
İlahi buyruklar insanın özgürlüğü ile çelişmekte midir? Bu, özgürlük kavramından ne anladığımız ile ilişkilidir. İnsan, hayatın değişik alanlarında, Yaradan ve Yaşatan tarafından bazı sınırlamalara muhataptır. Ancak o, zaten görünür görünmez, iç ve dış birçok yönlendiricinin etkisi altında hayatını devam ettirir. İçsel hayatında nefis ve şeytan; toplum hayatında da çıkar düzenleri, sınıf tahakkümleri, baskın kültür, örf ve adetler belirleyici olur. Ancak İslam, insanı bunların kendi üzerinde oluşturacağı tutsaklıktan kurtarmayı hedefler ve onu sadece ilahi otoriteye bağlayarak farklı bir özgürlük alanına taşır.
Emir ve yasakların insan tabiatı ve kozmik düzenle olan ilişkisi nedir? Bunlar, dinin temel unsurlarından olup insan fıtratıyla uyum içerisindedir. (Rum, 30/30.) Haramlar, aynı zamanda göklerde ve yerde Allah’ın koyduğu nizamın toplum hayatında devamı olan ve itaat edilmesi gereken dinî boyutu oluşturmaktadır. Bu bağlamda Kur’an inkârcılara, bütün yer gök Allah’a teslim olduğu hâlde neden İslam’ın dışında bir din arayışına girdikleri sorusunu sorar. (Âl-i İmran, 3/83.) Yine ayetlerde, bütün kâinatta bir ölçü ve denge olduğu gibi toplumsal hayatta da adalet ve hakkaniyetten sapılmaması gerektiği ifade edilir. (Rahman, 55/7-8.) Dolayısıyla yasaklara muhalefet etmek, hem insanın kendi tabiatıyla çatışmaya hem de varlıktaki külli dengeyle bozuşmaya götürmektedir.
İnsanın helal-haram bilgisine neden ihtiyacı olduğunu şöyle izah edebiliriz: Genelde insan aklı, dünyayı esas almakta ve sadece burada kendisine faydalı veya zararlı olanı tespit etme peşindedir. Ancak bu, dar bir bakış açısı olup insanın ruhi, ahlaki ve sonsuzluğa uzanan tarafını ihmal etmektedir. Oysa din, hem toplumsal hayatın düzeninden hem de ahiretin mükâfat ve cezasından bahseder. Dolayısıyla muhataplarına dünyevi kâr ve zararı da dikkate alan, maddi ve manevi boyutlarıyla daha kuşatıcı bir şekilde hakikatin, iyinin ve güzelin peşinde olmayı telkin eder.
Bu izahlar; iyi ve kötünün, faydalı ve zararlının, sadece insanın kendi aklı ve araştırmalarıyla elde edilen sonuçlara indirgenemeyeceğini göstermektedir. Dolayısıyla doğru, iyi ve güzele varmak için insanın kendini aşan, hatta kendisini kendisinden daha iyi bilen bir bilgi kaynağına ihtiyacı vardır. Üstelik insanın bilgisi, kendi şart ve ihtiyaçlarına göre şekillenmekte, zamandan zamana değişebilmekte, taraflı olabilmekte, dolayısıyla hakkaniyetten sapabilmektedir. Vahiy ise zaman ve mekân üstü, herkese yönelik, dolayısıyla belirli grup ve cemaatin arzu ve isteklerinden uzak, adil bir değerler sistemi ortaya koymaktadır.
Demek ki emir ve yasaklar konusu, dinin bütünlüğünden, onu anlama ve yorumlama metodundan kopuk bir şekilde ele alınmamalıdır. Aksi takdirde bunlar, insanın sırtına yüklenen, onun özgürlüğüne ket vuran, dolayısıyla yaratıcı hakkında yanlış düşüncelere hatta dinden soğumaya götüren kurallar olarak algılanabilmektedir. Bu kapsamda varoluşun gayesi, insanın sonuçta mükâfat ve cezanın bulunduğu bir imtihana tabi tutulması konuları göz ardı edilmemelidir. Her imtihanda insandan istenen ve ortaya konması gereken bir irade ve başarı olduğu gibi burada da Mevla’nın buyrukları karşısında onun itaat ve teslimiyeti ölçülmektedir. Çünkü başka şekilde hakikatin, iyinin, hayrın ve güzelin peşinde koşanla batılın, kötünün ve çirkinin rüzgârına kapılan arasında bir ayıklama gerçekleşmemektedir.
Şu hâlde haramlar, insanın bir imtihanı olduğu gibi aynı zamanda bir irade ve disiplin eğitimi ve kötülüklerden arınma vesileleridir. Başka bir ifadeyle bunlar, ahlaki yönden olgunlaşmaya, vicdani yönden aydınlanmaya ve temizlenmeye götüren sınırlardır. Ayrıca emir ve yasaklar, ferdi, toplumu ve toplumsal ahlakı, tehlike ve zararlardan koruyan kalkanlar mesabesindedir. Bu sınırlar aşıldığında, insan ve toplum; zulüm, fesat, hayâsızlık, iffetsizlik, sapma ve kargaşanın girdabına kapılmaktadır.
Allah Teâlâ, hakîm sıfatının sahibidir. Yani O, her şeyi hikmetli, yerli yerince yapar; dolayısıyla gereksiz ve yersiz işler yapmaktan münezzehtir. Kur’an, kendisinin hikmet kaynağı yani kesin ve dosdoğru bilgileri, mükemmel öğüt ve buyrukları içeren bir kitap olduğunu bizlere anlatır. İslam bilginleri de bu ilkelerden hareketle emir ve yasakları değerlendirmişler, bunlarda şu beş maksat ve hikmetin olduğunu söylemişlerdir: Dinin korunması, aklın korunması, canın korunması, neslin korunması ve malın korunması. Dolayısıyla Allah Teâlâ’nın, merhamet ve şefkatinin bir sonucu olarak dünya ve ahiret, maddi ve manevi, ferdî ve toplumsal birçok zarara sebep olduğu için bu haramları koyduğu sonucuna varıyoruz.
Mesela içki, sağlık açısından birçok organa zarar vermekte, insanı aklını kullanamaz hâle getirmekte; trafik kazası, suç ve şiddete yine aile içi huzursuzluk ve boşanmalara sebep olmaktadır. Kumar; kişinin malını kaybetmesine, depresyona, ailede güvenin kaybolmasına ve şiddete yol açmaktadır. Diğer taraftan zina, fuhuş ve eş cinsellik; sağlığı, aile yuvasını, toplumu, nesli bozmakta ve kirletmektedir. Yine hırsızlık, rüşvet, yolsuzluk, faiz, ticarette hile, israf ve kul hakkı yemek; toplumsal huzuru, güveni, adaleti, ekonomik hayatı tahrip etmektedir. Ayrıca gıybet, aldatma, iftira vb. ahlaksızlıklar; fertler arasındaki güven duygusunu dolayısıyla toplumsal kaynaşma ve dayanışmayı yaralamaktadır. Öbür taraftan kibir, haset, riya, kin ve öfke; kalbi karartmakta, vicdanı köreltmekte ve Allah’a (c.c.) giden yolları insana kapatmaktadır.
Helal-haram konusunda Müslümanca bir hassasiyet geliştirmek için neler yapılmalıdır? Bu ancak, taklitten tahkike giden yolda insana hayat veren, iman ve takva temelli bir var olmayla mümkündür. Yoksa inkâr, isyan ve ifsat kasırgaları karşısında insanın ayakta durması zordur. Bunun için öncelikle Allah’ın sıfatlarıyla kâinattaki tecellileri arasında gelgitleri yoğunlaştıran bir tefekküre ihtiyaç vardır. Bu, insana varlığın sahibini, ezelî ve ebedî Dost’u tanıtacak, O’nun kendisine yaptığı eşsiz iyilik ve merhametin sayısız delilini ona gösterecektir. Dolayısıyla O’na olan sevgi, saygı ve itaat duyguları gittikçe derinleşecektir. Yine, “Yarın Allah’ın huzurunda hâlim ne olacaktır?” kaygısıyla yaşanan bir hayat, bahsettiğimiz duyarlılığın bir diğer temel şartıdır. Bu da Kur’an’la, onu anlamaya dayalı kurulan dostlukla başarılacak derin bir şuur hâlidir. Ayrıca insanın yaptığı her işle ilgili haramları öğrenmesi, nefis muhasebesi yapması ve aynı hassasiyetleri paylaştığı bir çevreyle beraber olması da dikkat edilmesi gereken hususlardır.